Yabancı Dil: Nasıl Öğrenilir Nasıl Konuşulur?

Bugüne kadar blogumuzda yurtdışındaki hayatımı anlattığım, tecrübelerimi paylaştığım yazılar yazdım seyahatlerimiz haricinde. Dedim ki bu tecrübeleri yaşamamı sağlayan asıl konu hakkında da birkaç şey söylemeliyim: yabancı dilim. Çünkü blogun ziyaretçilerinden gördüğüm kadarıyla yabancı dil konuşanlara ve yabancı bir ülkede yaşayanlara dair merak var. Onlara özeniliyor ama onlar gibi cesaret gösterilemiyor gibi geliyor bana. Bu yazıyı öncelikle 15-20 yaşındaki okurlar için yazdım. 25 yaşından sonra son şansı ıskalamayıp yurtdışına çıkmak isteyen ama cesaret edemeyenlerin de okumasını diliyorum. Ben onlardan biriyim. Yol gösterebilirsem, cesaret verebilirsem ne mutlu bana.

Uyarı: Bu yazı yabancı dilde yazılı ifadeden bahsetmemektedir.

Yabancı dillere merakım çocukluğumdan başladı. İlk sevdam İspanyolca idi. Okul dönüşü Latin Amerika’nın pembe dizilerini izlerdim (2000’lerin başı) ve İspanyolca konuşmaya özenirdim. Kısa süre içinde yeteneğim olduğunu anladım. Oradan buradan bulduğum İspanyolca cümleleri ve anlamlarını kalıp halinde ezberlerdim hiçbir dil bilgim olmadan. Bence her insanın en az bir konuya yeteneği vardır. Bunun keşfedilmesi çok önemli ama iyi haber şu ki yabancı dil, yeteneğiniz yoksa bile, merakla süslendirilmiş sıkı bir çalışma sayesinde öğrenilebilir. Benim ne resim yapma ne müzik aleti çalma yeteneğim var. Matematiğe de kafam basmaz. Diller benim alanım. İngilizceyi konuşsam da pek sevmem. Ama Fransızca ve İspanyolca sevdam çevremdeki herkesin malumudur. Bu yüzden başka alanlardaki eksikliklerime üzülmektense keşfettiğim yeteneğimin üstüne gittim. Ve çok çalıştım, bazen zorlansam da peşini bırakmadım. Ancak şöyle bir sorun çıktı zamanla ortaya:

Teoride iyiydim. Ne yapsam yapayım dili konuşmam yani pratiğim gelişmiyordu. Çok feci konuşuyordum değil konuşamıyordum! Bir yabancıyla yüz yüze konuşacaksam cümlelerimi önceden hazırlardım. Kalbim çarpar yanaklarım karıncalanırdı. Yabancı MSN arkadaşları buluyordum (bizim zamanımızda mektuplaşma kalmamıştı) ama o da yazılı ifadeye yarıyordu. Sonunda anladım ki benim o dilin konuşulduğu ülkeye gitmem lazım ama öyle yaz kursuna veya 1-2 hafta turistçilik oynamaya benzemez; orada yaşamam lazım. Elbette bu belli bir yaştan önce yapabileceğim bir şey değildi bu yüzden dili çok iyi ve akıcı konuşmam için beklemem gerekti. İlk fırsatta (2014’te yüksek lisans için) soluğu yurtdışında aldım (yurtdışında yaşamak için başka sebeplerim de vardı bu yazının konusu olmayan) Fransızcayı 2003’ten beri konuşuyordum güya ama gördüm ki o günden beri zaman kaybetmişim. Dil dersle değil yaşayarak öğrenilen bir şey. Ders sadece fiil çekimleri ve gramer öğrenmenize yarar. Şöyle anlatayım: o ülkeye yerleşince oradaki sisteme giriyorsunuz. Günlük hayata entegre oluyorsunuz yani aralarına sızıyorsunuz. Kelime dağarcığınız (vocabulaire) siz fark etmeden ve ezber yapmadan büyüyor da büyüyor. Bir ev mi tutacaksınız, oturma izni mi alacaksınız, vergi dairesine mi gideceksiniz, mutfak alışverişi mi yapacaksınız? Bütün kelimeleri, terimleri bir bakmışsınız öğrenmişsiniz. Atasözleri, deyimler ve tuz biber niyetine biraz argo da cabası! Hâlbuki ülkenizde kalarak ezber yapsanız dünyanın en büyük yüküdür, zûl gelir. (İnanın tecrübe konuşuyor) Size büyülü bir şey söyleyeyim: burada BİNLERCE kelimeden bahsediyorum. Bir an geliyor ve diyorsunuz ki “Ben bu kelimeleri nasıl ezberledim hiç uğraşmadan?”

Şimdi gelelim işin diğer boyutuna. Okulda veya dil kursunda size tabiri caizse hanım evladı gibi dil öğretiyorlar. Öğretmenlerin affına sığınıyorum. Onlara yapmaları söylenen şey bu! Kibar kibar konuşmayı öğreniyorsunuz. Fransız Fransızca öğretmeni (veya İngiliz İngilizce öğretmeni veya Çinli Çince öğretmeni) elbette en iyi şekilde öğretecek dilini. Ama sorun bakalım ülkelerinde arkadaşlarıyla veya aile arasında öyle mi konuşuyorlar? (Benim ikinci dilim Fransızca olduğu için ve Fransa’da yaşadığım için bu dilden örnek vereceğim) “Yorgun” kelimesi için “fatigué” mi diyorlar? “Şirket” için “Entreprise”? “Kitap” için “Livre” mi diyorlar? Peki, örneğin 1950 senesi derken “mille neuf cents cinquante” mı (1000+900+50) diyorlar? Koca bir hayır! Yorgun’a “Las” veya “crevé”, şirkete “boîte”, “kitap” için ise “bouquin” diyorlar 1950 senesini de “dix neuf cents cinquante” (19×100+50) olarak okuyorlar ama okulda bunu öğretmiyorlar. Fatigué derseniz doğru konuşmuş olursunuz ama “bir Fransız gibi” konuşmuş olmazsınız. Siz masa başında ödev kastığınız, emek verdiğiniz dili konuşmak için o ülkeye gittiğinizde oranın insanları dil bilginize hayran oluyor, “ne güzel konuşuyorsun” bile diyorlar ama siz onların dediğinden bir şey anlamıyorsunuz. (Fransa’ya yerleştiğim ilk dönem yaşadım bunları) Ayrıca onlar çok hızlı konuşuyor ve siz yakalamakta zorlanıyorsunuz. İşte bu da öğrendiğiniz dilin konuşulduğu ülkede yaşamanız için ikinci çok güçlü sebep! 1 seneyi bitirmeden sadece akıcı konuşmakla kalmayıp o ülkenin insanı gibi, oralıymış gibi konuştuğunuzu da göreceksiniz. Bana göre dili asıl o zaman konuşuyorsunuz. O dili en doğru şekilde konuşmak günlük hayata sızmanızın önünde bir “engel”. İlla sokak dilini konuşacaksınız demiyorum, yaşıtlarınız gibi günlük dili konuşmanın önemini vurguluyorum sadece.

Yabancı bir ülkede hayat kurmanın şöyle ilginç bir tarafı da ortaya çıkıyor zamanla: diyelim ki siz tam 25 sene ülkenizde yaşamışsınız ancak kendi ülkenizdeyken arabaya ve ehliyete dair hiçbir şey bilmiyordunuz ve şimdi ehliyet sınavına hazırlanıyorsunuz. Tebrikler artık kendi dilinizde bilmediğiniz birçok kelimeyi, terimi elin dilinde biliyorsunuz. Veya diyelim ki uzun bir süre ülkenizde yaşamanıza rağmen hiç tamirat yapmadınız ve yeni bir hayat kurduğunuz yeni ülkenizdeki evinizde tamir işine giriştiniz. (Yurtdışında yaşamak demek iş başa düştü demek) Bu alanın da hiçbir terimini kendi dilinizde tanımadığınızı ama o ülkenin dilinde nasıl söylendiğini bildiğinizi fark edersiniz. İşte o çok büyülü bir an. O işte tam da sizin artık tek bedende iki kişiyi taşıdığınızı fark ettiğiniz an çünkü. Boşuna denmemiş “bir dil bir insan iki dil iki insan” diye.

Yurtdışına gitmenin bir yabancı dili akıcı konuşmak dışında yan etkileri olduğunu da keşfettim. Özellikle Fransızların dillerine verdikleri önem ve değer sizin anadilinizi iyi konuşmaya başlamanızı ve dilinizi baştan keşfetmenizi sağlıyor ve bunu da farkında olmadan yapıyorsunuz. Örneğin Türkçe konuşurken “ayaklarını çıkar” gibi yanlış kullanımları bırakıp “ayakkabılarını çıkar” demeye başlıyorsunuz. Ana dilinizi hoyratça değil ona saygı duyarak, sahip çıkarak konuşmaya başlıyorsunuz. Zira Fransızların yukarıda bahsettiğim günlük dili konuşurlarken bile nasıl doğru konuştuğunu gözlemliyorsunuz. “Ana dilini doğru konuşma”nın içine yabancı dillerden alınan kelimeleri doğru anlamlarıyla kullanmayı da katıyorum. Zira Fransızcadan çok kelime almışız ancak pratisyen, reçete, eküri, apartman, platonik gibi kelimeleri gerçek anlamlarından başka anlamlarda kullanıyoruz. Eğer doğru anlamı kullanılmıyorsa o kelimeyi Türkçe konuşurken tercih etmemeye çalışıyorum. Anadili baştan keşfetmekten kastım ise dilinize dışarıdan bakabilmek: örneğin ben Türkçenin ne kadar zor bir dil olduğunu Fransızca kolay gelmeye başladığında ama en çok da eşim Türkçe öğrenmeye çalışırken fark ettim. İnsanın ana diline dış gözle bakabilmesi de artık tek bedende iki kişiyi taşıdığını gösteriyor. Ana diliniz hayatınızın merkezinde kaldığı sürece ona objektif bakma şansınız yok.

Günlük deyişlere de değinmek isterim çünkü bu konuyu önemsiyorum. Bu konu Cem Yılmaz’ın gösterisinde bile yer buldu. Kendisinin anlattığı hikâyeye göre restoranlarda “ortaya” istenen siparişleri, “masa donatma” arzuları yabancı dilde anlatılamıyor. Ve yine hikâyeye göre bunu anlatamayan kişi çok iyi derecede yabancı dil bilen kuzenidir. Hâlbuki sadece Türkçede olduğu sanılan bazı kullanımlar yabancı dillerde de var ama bilinmiyorlar, tek sorun bu. En azından kendi vakamdan örnek verecek olursam Fransızcada bunların karşılığı var. Yani Fransızlar da hiç gocunmadan salatayı ortaya söyleyebiliyorlar. Peki, bu günlük deyişlerin bilinmemesinin sebebi ne? Yine aynı noktaya geldik: okulda öğretilmemeleri ve de o dilin konuşulduğu ülkeye yerleşmemek dolayısıyla günlük hayata sızmamak, turist olarak gidip dönmek.

“Nasıl yabancı dil öğrenilir?” sorusuna “çok pratik yaparak, bunun için de o dilin konuşulduğu ülkede yaşayarak” cevabını verdikten sonra “yabancı dil nasıl konuşulur?” sorusuna gelebiliriz. Yabancı dilinizi pratiğiniz iyiyse bile kendi ülkenizde kaldığınız sürece ana dilinizi konuştuğunuz gibi konuşursunuz. Ses tonunuz, vurgulamalarınız ana dilinizde kullandığınız gibidir (o yüzden ben yurtdışında bir turistin turist olduğunu yabancı dil konuşurken teklemesinden ve ellerini kullanış tarzından anlıyorum. Belli ki o bir turist) Ama o dilin konuşulduğu ülkeye yerleşirseniz veya uzun bir süre orada yaşarsanız oranın insanının tavrıyla konuşursunuz. Bir bakarsınız (yine kendimden örnek vereyim) Fransızcayı bir Fransız’ın mimikleriyle, el hareketleriyle, tonlaması ve vurgularıyla konuşuyorsunuz. Fransızların DNA’larındaki kibri de eklersek artık biraz kibirlisiniz de. İşte yine “iki dil iki insan” sözünün nasıl doğru bir söz olduğunu görüyoruz. Siz artık ana dilinizi konuşurken biri, ikinci dilinizi konuşurken başka birisiniz. Olaylara tepkiniz farklı, düşünce tarzınız farklı, bir soruna çözüm getirişiniz farklı. Bakışınız farklı −güleceksiniz ama− yürüyüşünüz bile farklı artık. (Önemli dipnotu okuyunuz)

Dilini oranın insanı gibi konuşmak istediğiniz ülkeye gittiniz ve birinci yılınızı doldurdunuz. Bence artık TV’de bilmece/bulmaca yarışması izlemenin vakti geldi. Hayır hayır! Bunu kelime öğrenmek için değil sorulara cevap verebildiğinizi görmek için yapacaksınız. Diyelim ki Fransa’dasınız. An gelecek %100 Fransız olan yarışmacının bilemediği kelimeyi bildiğinizi göreceksiniz. İşte o anki mutluluğun ve tatmin hissinin başka hiçbir şeyde karşılığı yok. Fransa’da ben “Slam” yarışmasını izliyorum, her ülkede vardır böyle yarışmalar. Açın izleyin. Yabancı dil öğrenmekle ilgili şöyle bir efsane vardır: ‘o dili rüyanda konuştuğunu görürsen iyi öğrenmişsindir’ derler. Bana sorarsanız bunun doğruluk payı var ancak dili öğrendiğinizi asıl kendi kendinize konuşmanızdan anlarsınız. Diyelim ki evde bir sakarlık yaptınız ve kendinize kızdınız. Yabancı dilde söyleniyorsanız dil işini halletmişsiniz demektir. İngilizce bir metin okurken yazıda geçen “3 apples”ı “üç apples” değil de “trois apples” olarak mı okuyorsunuz? Dilini konuştuğunuz insanların mizahı (sense of humour) size komik geliyorsa hele bir de yabancı dilinizi konuşurken kelime oyunları yapmaya başladıysanız tebrikler artık o dil adam akıllı sizin ikinci diliniz olmuş. Bu arada şunu söylemek isterim: ben hala aynı anda Fransızca bir telefon konuşması yaparken televizyonda söylenenleri takip edemiyorum. Fransız eşim bunu yapabiliyor. Hoş ben aynısını Türkçede de beceremiyorum.

Bu yazı eğer hiç tanımadığım birine, Türkiye’nin herhangi bir şehrinde yaşayan bir kardeşime ilham olursa, cesaret verirse çok mutlu olurum. O korku eşiğini aşın ve yurtdışına gidin. Gözünüzü karartın ve İngilizlerin “comfort zone” dediği güvenli limandan ayrılın. Ömrünüzü yurtdışında geçirmek zorunda değilsiniz elbette, herkes bunu istemeyebilir/yapamayabilir. Ama mutlaka en az 2-3 senenizi geçirmenizi tavsiye ederim. Dil öğrenmek sadece dil öğrenmek değildir, o dili konuşan yabancı bir toplumu ve kültürünü ve tarihini öğrenmektir. Hem bu merak sizde uyanmıyorsa hem de dili konuşacak ortam yaratmayacaksanız yani olduğunuz ülkeden kıpırdamayacaksanız o dili öğrenmeyin, ne güzel canınızı sıkın ne de değerli vaktinizden çalın. Nedense ‘dil nankördür’ derler; konuşmazsan gidermiş… Hâlbuki insan nankördür sen onu öğreniyorsun ama konuşmuyorsun yani hak ettiği değeri vermiyorsun gitmesin de ne yapsın?

Ben mi? Bana soracak olursanız ben hala istediğim düzeyde Fransızca konuşamıyorum ama benim kendimi eleştirmem ve beğenmemem artık sağlıksız boyutlarda yani güvenilir bir referans değilim. Fransız eşime sorsanız çok iyi konuşuyorum. Sanırım ben kendimin üstüne biraz fazla gidiyorum. Başta zorlanacaksınız ama başardıkça zevkli olduğunu göreceksiniz. Yazımı son bir tavsiye ile bitirmek isterim: Yurtdışına asla ama asla Türk arkadaşlarınızla gitmeyin ve orada da asla Türk arkadaşlar edinmeyin aksi takdirde yukarıda anlattığım hiçbir gelişmeyi kaydedemezsiniz. Sözünü ettiğim “güvenli limandan” ayrılmak yalnızlığı tatmayı ve sıfırdan çevre edinmeyi de kapsıyor. Ben yurtdışı tecrübesi olan, diplomasına güvenen ne insanlar tanıyorum devamlı Türklerle oldukları için iki kelimeyi bir araya getiremiyorlar. Hepinize şimdiden başarılar dilerim.

Dipnot: Fark ettiyseniz “yabancı dil nasıl konuşulur?” bölümünde aksanlı konuşmaktan bahsetmedim. Çünkü bence “aksansız” konuşmak diye bir şey yoktur. Hele ki Fransızca, İspanyolca, İngilizce ve Çince gibi dünya çapında konuşulan diller için. Neden? Çünkü her konuşan orijinine göre konuşur. Bir Fransız bile Marsilyalı ise aksanlı konuşur, bu durumda yabancı biri Fransızcayı sırf aksanlı konuşuyor diye “kötü” veya “başarısız” olarak görülemez. İngiliz ile Amerikalının İngilizcesi, ispanyol ile Arjantinlinin ispanyolcası aynı değildir. Örneğin Fransızlar beni duyduklarında Quebecli sanıyorlar. Quebeclilerin ana dili Fransızca demek ki aksansız konuşmak doğru konuşmanın ölçütü değil. Aksanlı olmanıza asla takılmayın. Aksan kişiyi egzotik ve albenili kılıyor. O sizi siz yapan özelliğiniz, bence asla “düzeltmeye” çalışmayın.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s